27 Ocak 2015 Salı

17. Hafta: Gençlerbirliği 0 - 2 Beşiktaş (26.01.2015 - Pazartesi)


Çıkan kadro beklenen bir kadroydu ama her zaman söylediğim gibi Petroviç'in bu takımda yerinin olmaması gerektiğini düşünüyorum. İrfan, Stancu ve Tomiç'in yokluğu yaratıcılığı tamamen öldürdü. Hücumda Mervan, Guido ve Berat dışında etkinlik yoktu. Sadece Gosso bir iki kere içeri girdi. O pozisyonda da topu kontrol edemedi.

Doğa ve Gosso'nun tüm çabalarına rağmen ortadan hiç gidemedik. Arkaya koşan Berat'ı hiç kullanmamamız bizi kanatlara yönlendirdi. Hakan ve Halil çok çalıştı ama orta girişimlerinde de etkili olamadık. Sadece maçın başında Berat'ın kaçırdığı kafa pozisyonu vardı. Ama tabi daha önce de belirttiğim gibi İrfan, Stancu ve Tomiç olmaması bizi çok sınırlandırdı ve yine söylemek istiyorum Petroviç gereksiz, hatta fazlalıktı.

Beşiktaş topla daha çok oynadı ama nerde? Kendi yarı sahasında ve biz 11 kişi kendi yarı sahamızda beklerken. Berat, Gosso, Mervan ve Guido rakibi ısırmaya çalıştı ve sonuç olarak kalemize pek yaklaşamadılar. Dolayısıyla çok sıkıcı bir maç oldu. Beşiktaş'ın kalemize yaklaştığı anlar, Doğa ve Gosso'nun gereksiz faullerinin getirdiği duran toplardan ve kornerlerden oldu. Gereksiz çünkü, top ceza sahamıza yaklaşsa da tehlikeli olabilecek adam sayısı çokluğunda değillerdi. Öyle olsaydı bile geride bırakacakları boşluklar bize gol fırsatı doğuracaktı. Hoş, kontra atağı bir plan olarak hiç düşünmedik ama doğaçlama olarak Mervan, Guido ve Berat bu işi gerçekleştirebilecek özellikte futbolcular. Doğa ve Gosso'nun gereksiz faulleri, sarı kartına başvurmak için ortam arayan hakemin bu eyleme düşünmeden girişmesine olanak da tanımış oldu. Hadi bunu hoş görelim. Ersan'ın Berat'a çok daha fazla sertlikte arkadan girdiği pozisyona sarı kart gösterilmezse  artık iş çığırından çıkmış olur. Konuşmak istemiyorum artık bunları.

İkinci yarıya daha iyi başladık. İlk yarıda da öyleydi ama ilerde sadece Mervan etkili olabildi. O da bireyseldi. Rakibini kademesiz yakaladığında çok diri bir şekilde üstüne gidip önünü boşalttı. Bu özelliği takım adına bence çok değerli. Mervan demişken kritik yerlerde top kaptırsa bile oyundan çıkmaması gerekti. Çünkü yerine giren Antal onun kadar güçlü ve dengeli değil. İrfan, Stancu, Tomiç'in olmaması ve Landel'in de kulubede olmaması İrfan Buz'un Antal'ı kararsız kalmadan oyuna sürmesine sebep oldu. Bence Petroviç çıkmalıydı. Hem de kesinlikle. Hatta Guido da çıkabilirdi. Mervan değil. Bu konuda çok kararlıyım.

Kerim Frei'ın oyuna girmesi savunmamızın dengesini bozdu. Gökhan Töre'ye odaklanmışken, birebir oynamayı seven başka biri kafamızı karıştırdı. Çok tehlikeli bir yerde Doğa, Kerim'i düşürdü. Demba Ba'nın plasesiyle geriye düştük.

Golü yiyen takım tepkisi verdik ama yakaladığımız duran toplarda içeride kalabalık olmamıza rağmen pozisyon bulamadık. Hatta iki pozisyon varki orta kesmek yerine kanatta gereksiz oyalanmalarla topları kaptırdık.

Ramazan'ın yediği gol maçın iki taraf açısından da kafada bittiği an oldu. İçimden Ramazan'a kızmak gelmiyor ama bari golü yedikten sonra defansa laf söyleme. Hatana bahane arama. Onu aklamaya çalışma.

İrfan Buz kenarda çok üzgün gözüküyordu. Bence bu görüntüsü takımı sahiplenme ve benimseme duygularının geliştiğini gösterdi.

Sonuç, farklı mağlubiyet oldu. Gol atacağımızın çok zor olduğu bir maçtı. "Hiç gol yemeyebilirdik" gibi birşey söylemenin anlamı yok. Mağlubiyeti hak ettik.

Maçtan sonra "Yine kırmızı kart gördük" diye sitem eden Beşiktaş taraftarlarını gördükten sonra "Neden İstanbul takımı tutulur?" sorusuna verilebilecek cevaplara bir alternatif daha üretebiliriz. "Allah'ın adaleti" (Bkz. Nasreddin Hoca Fıkraları) bu takımlara ekstradan haklar verdi. Bu ekstra haklara sahip olmak bu takımları tutmak kadar basit bir olay. İstanbul takımı aşıklarının gözleri pamuk prensese aşıkmış gibi  kör oldu. Onların 3 takımdan ibaret sığ dünyaları, haddi hesabı olmayan hakem adaleti, adaletsizliği veya "Allah'ın adaleti'ni" göremedi. Baksalar da... Baktılar çünkü topu ayağından kaçıran Franco'nun Berat'ın topu alıp gole doğru ilerlemesine izin vermediğini görmediler. Bakmadıklarına değinmiyorum.


24 Ocak 2015 Cumartesi

Michel Landel

 

Bildiğimiz gibi devre arasında Orduspor'dan Landel'i aldık. Landel'in bir alt ligten gelmesi ve dolayısyla ününün hiç olmaması, haliyle onu tanınmamış bir futbolcu yaptı. Alt liglerdeki futbolu seven ve seyreden ben, bu isme çok aşinayım. Geçen sene üst taraftaki yarışın her daim içinde olan Orduspor'un bence en önemli oyuncusu Landeldi. Çoğunlukla orta sahanın göbeğinde oynadı. Onu sağ kanatta da gördüm. 

Benim için en keyif veren kısım tarzı hakkında konuşmak olcak. Çok farklı bir futbolcu olduğunu baştan söylemek istiyorum. Beni en çok çeken tarafı hızlı ve sürekli hareket halinde oluşu. Topla birlikte olsun, topsuz olsun hep hızlı, çabuk ve dengeli. Afrikalı futbolcuların bu fiziksel özellikleri şaşırtıcı değil tabi ama doğru bölgelere hareketlendiğini çok sık görmüyoruz. Landel çok zeki. Defansın önünde oynayan birinin geçen sene 9 gol atması da bunu doğruluyor. Landel sürekli ceza sahasına girdi. Topu yakaladığında da hep düzgün vurdu. 

Defanstan çıkarken olsun, gol yollarında olsun, oyunu Landel kuruyordu. Topu aldığında ani manevralarıyla ve gerektiğinde ekseni etrafında dönüp rakibin baskısından kolaylıkla kurtulabiliyordu. Bencil bir futbolcu değil. Pasları da isabetli. Pas tercihlerinde kararlı olması ve tek top oynadığında hemen konumunu değiştirmesi, onun dinamik, yani Gençlerbirliği'nin yapısına çok uygun biri olduğunu gösteriyor. 

Geçen sene Orduspor'un maçlarını izlerken "Bizde olsa keşke" diye iç geçirdiğimi düşündüğümde kendi adıma bir hayalin gerçekleştiğini söyleyebilirim. Büyük beklentilerimin boşa çıkmaması dileğiyle hoşgeldin Landel.

2014 -2015 Sezonu İlk Yarısı


Geride kalan 16 maç için genel konuşmak gerekirse bunların içindeki 2 maçı hiç işin içine sokmamak gerekir. Çünkü maç değildi bunlar. Fenerbahçe ve Galatasarayla oynanan oyun bir tiyatro oyunuydu...



















Sonuçları şöyle bir gözden geçirmeden önce 2. haftadan sonra, takımın Mustafa Kaplan yerine İrfan Buzla devam ettiğini hatırlayalım. Hatta, aradaki Eskişehir maçında, teknik direktör boşluğunda, Osman Nuri Işılar liderliğinde ve Cavcav'ın kadrosuyla sahaya çıktığımızı da hatırlayalım.

Rizeyle deplasmanda yapılan ilk maç, beklenen önyargılar üzerine inşa edilen sığ düşüncelerle başladı. Lafı uzatmamak için anahtar öbekler halinde yazıyorum; "Hiç adı duyulmamış, onu tanıyanların da yanlış tanıdığı Mustafa Kaplan", "Guido, Antal, Hikmet transferlerine ve en dikkat çekici olan Hacettepe'den 5 futbolcu gelmesine rağmen taraflı, tarafsız herkesin transfer yapmadı, kesin düşer dediği bir Gençlerbirliği...", "İyi bir hocaya ve takıma sahip olduğu düşünülen zengin Rizespor...". Tüm bu beklenti ve beklentisizliklerle başlayan bu maç, berabere bitmesine rağmen şaşkın tepkilerle karşılandı. Guido'nun güzel golünü ve iki direkten dönen kafa topunu kimse beklemedi. Hakemden hiç bahsemek istemiyorum. Gençlerbirliği'nin istekli, baskın hücum futbolu Mustafa Kaplan hakkındaki fikirleri birden değiştirdi.

Ertesi hafta Bursa maçında ilk yarıyı önde kapatmıştık ama maçın dönmesi, maçtan hemen sonra Mustafa Kaplan'ın takımdan kovulmasına bahane oldu. Olağan skandallardan sadece biriydi bu.

Bu maçlardan sonra üst üste alınan iki galibiyet bence ölçü değildi. Rahat kazanılmayan bu maçlardan biri o sıralar ligin zayıf takımı olan Balıkesire karşıydı. İrfan Buz'un ilk maçıydı ve çıkan kadro kendi fikirlerinden bağımsızdı ama oyuna müdahele konusunda bende çok kötü izlenimler bırakmıştı.

Bundan sonra yapılan 3 maçta çok kötü futbol oynadık ama son dakika golüyle kazandığımız Başakşehir maçıyla toplamda 4 puan aldığımız, aslında karlı çıktığımız bir dönemdi.

Takımdan hiç memnun olmadığım bu dönem Kasımpaşa maçıyla bitti. Bu maç bence Konyaspor'u 5-0 yendiğimiz maçtan sonra, en keyifli ve en iyi 2. maçtı. Nizamettin'in yokluğuyla yeni bir döneme girmiştik ama bunu sadece Nizamettin'e bağlamak da yanlış olur. İrfan düzenli oynamaya başladı ve eskisinden daha tutkulu ve daha güçlüydü. Tomiç, pasları ve golleriyle geri döndü. Mervan potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu kanıtladı.

Gençlerbirliği asıl kimliğini Konyaspor maçında ortaya koydu. Sahadaki 5 yabancı hariç tüm futbolcular bu kulübün altyapısından yetişen futbolculardı. Sonradan Artunla, Berat da girdi. 5-0'lık galibiyet sadece ayrıntıydı.

 

Ankaradaki Maçlar:

 











Pasolig boykotuyla birlikte boş tribünlere karşı oynanan maçlarda çok iyi sonuçlar almışız. Ankarada oynamak mı yoksa iç saha ve dolayısıyla rakiplerin dış saha psikolojisi mi buna sebep oldu bilmiyorum.

Deplasmandaki Maçlar:

 

Deplasmandaki görüntümüz sadece sonuç olarak değil oyun olarak da kötüydü. Kasımpaşa ve Rize maçlarında rakiplerimizi elimizden kaçırdığımızı düşünsek de bu takımların o sıralarda formsuz olduğunu da unutmamak gerekir. Galiba "Deplasmanda bir puan iyidir." gibi çok sıradan bir zihniyet bunlara sebep oldu. Önce maçları kafada kazanmayı ve kararlı olmayı düşünmesi gereken ilk kişi tabi ki İrfan Buz olmalı...

Futbolcu İstatistikleri:

 

   

  

    Kilit Futbolcular          Sürpriz Futbolcular            Hayal Kırıklığı

İrfan, Gosso, Ahmet Çalık      Guido, Tomiç, Halil İbrahim     Nizamettin, Petroviç, Antal





5 Ocak 2015 Pazartesi

16. Hafta: Mersin İdman Yurdu 1 - 1 Gençlerbirliği (05.01.2015 - Pazartesi)


Stancu'nun yokluğu önemli bir kayıp gibi gözükse de forvette Berat'ı görmenin heyacanı çok keyifliydi. İçten içe Stancu'nun yokluğuna seviniyordum. Anlık heyecan geçtikten sonraki düşünme süreci içinde bile bu fikrim mantıklı görünen yöne kaymadı. Çünkü Berat'ın gol sezgisi ve hevesi onu takımın en ucunda oynaması için ehil hale getiriyordu. En azından benim için böyle.

Maçın ilk yarısı için iki taraf sanki karşılıklı sözleşme yapmıştı. Şöyle bir sözleşme "İlk yarı rölanti geçsin, 0-0'a bağlayalım. İkinci yarı ne olursa olur. Topla siz daha çok oynayın, bizim yarı sahada geçsin oyun, biz de göstermelik bir, iki kontra atak yaparız. Deplasman takımıyız ya, bu şekilde adet de yerini bulur.". Maçta aşağı yukarı tek pozisyon Welliton'un yakından kafayla Ramazan'ın üstüne yavaşça vurduğu toptu. Ramazan da o kadar soğukkanlıydı ki "Top kesin üstüme gelecek" der gibi bir havası vardı.

Aslında sadece Türkiye'de değil tüm maçlarda böyle bir "gizli anlaşma" var. Favori takım genelde ev sahibi olur ve maç evsahibi takımı kontrolünde başlar. Cılız hücumlarla maç bir süre böyle devam eder. Eşitlik bozulduğunda geriye düşen takım ani bir tepki gösterir ve rehavete giren, yani öne geçen takımın üstüne kararlı bir şekilde gitmeye başlar. Bazen çok çabuk eşitlik sağlanır. Eğer eşitlik hemen sağlanmazsa topla daha çok oynayan taraf geriye düşen takım olur. Maça denge geldiğinde (gelirse) yine maç yeni başlamış gibi oynanır. Başka bir senaryoysa öne geçen takımın farkı ikiye çıkarması ki bu durum çok sık rastlanmaz. Basının futbol yorumcusu mensupları olsun, kahvede, barda, orda burda maç izleyen veya benim gibi maçı yazan bir insan, çoğunlukla, maçları sanki bu "gizli anlaşma" diye tabir ettiğim durum hiç bir zaman olmuyormuş gibi yorumlamaya kalkar. Bence maçı analiz ederken bu parametreyi kesinlikle işin içine dahil etmek gerekir. Kalıplarla konuşmayı çok seven biz, en basit türde denklemler oluşturduğumuz yetmezmiş gibi az sayıda parametre kullanarak kendimizi sınırlandırıp dar görüşlerden vazgeçmiyoruz.

Gizli anlaşma, maçın 40. dakikasından sonra bozuldu. Bizi neyin ateşlediğini hatırlamamakla birlikte genelde bu değişiklik rakip takımın önemli bir pozisyonu sonrası veya yine rakibin maçı kızıştıracak eylemlere girmesiyle olur. Bence kaptan burda devreye girmeli. Teknik direktör de olabilir. Herhangi biri de olabilir. Önemli olan bir liderin olması. Maç maça benzemediği anlarda liderin "Abi, Napıyonuz siz yaa" gibi bir tepki vermesi maçı değiştirebilir.

40. dakikadan sonra daha kararlı görünen ve gol isteyen bizdik. Rıza Çalımbay'ın "Ne kokar, ne bulaşır" anlayışı takıma da yerleşmiş gibi. Oktay'ın da uzunca bir süredir takımda olmaması Mersin'i öylesine oynayan bir takım haline getirmiş sanki. İlk yarı bittiğinde ikinci yarıya umutlu girdik.

51. dakikada, herkesin uyuduğu bir anda İrfan, Danny Murphy'nin paslarını gözümün önüne getiren bir pas attı. Bu pas, koşup koşmamak arasında ikilemde kalan Hakan'ın aut çizgisine doğru koşma kararı vermesine yardımcı oldu. Yerden atılan paslar içinde bence en fazla ustalık gerektiren bu pas hedeflenen noktaya ulaşana kadar hızlı olup hedeflenen noktada durur. İşte öyle bir pastı. İşin teknik tarafının dışında hayalgücü, kararlılık ve ince zeka gerektiren bu pas, rakiplerin tahmin etmediği yere doğru gitti ve rakiplerin arasından geçerek dışarı çıkmadan önce yavaşladı. Hakan yetişti, yetişemedi derken topu içeri çıkarmayı başardı. Berat, Hakan'ın topu göndereceği yerde hali hazırda bekliyordu. Gol sezgisiyle kastettiğim davranış işte bu. Berat'ın doğuştan gelen bu sezgileri, bir golcü için çok önemli bir yetenek. Markajsız kalması da, Mustafa Reşit Akçay'ın Gekas için kullandığı bir başka ifadeyle "Defanstan uzaklaşarak oynamak" gol sezgisiyle birlikte çalışan topsuz davranışlarla ilgili başka bir durum. Top gelir gelmez kaleyi hedeflemesi de kararlılık gerektirir. Defansa ve kaleciye düşünme fırsatı verip ona şut imkanı bile tanımayacağını bildiği için çoğu zaman yaptığı gibi topa gelişine vurdu. Kalecinin de topu içeri almasıyla Berat haklı çıktı. İrfan Buz bu golle birlikte önce önündeki basamağa dikkat ederek adımını attı. Kaygan zemini göz önüne aldı ve temkinli bir şekilde dengeyi sağlayarak düşmeden elleri havada gol sevincine ortak oldu.

Maçın başından beri en çok Guido dikkatimi çekti. Hızı ve dengesiyle birebirde rakiplerine üstünlük kurdu. Tosic stoperde, sorumluluklarının daha da arttığının bilinciyle oynuyordu ve iyiydi ama ben en çok Halil İbrahim'i beğendim. Aklıma ne yazık ki "Tam bir görev adamı" gibi klişe bir tabir geldi. Halil rakibin belki de en etkili adamı Nakoulmayı zahmetsiz durdurdu. Araya atılacak toplarda dikkat kesiliyordu. Bir anlık dalgınlığın pahalıya mal olacağını biliyordu ve bence en önemlisi soğukkanlılığı. Maç boyunca ondan hiç şüphe duymadım.

Gosso-Mervan değişikliği pek olumlu olmadı. Mervan'ın futboldan kopuk bir hali vardı. Çok iyi oynadığı maçları düşünüp onu bu halde gördüğüme çok üzüldüm.  

Öne geçmemizle birlikte rakibi geride karşılamaya başladık. Allahtan rakip etkili değildi. İrfan Buz el hareketiyle takımın ileri çıkmasını istedi. Bu harekete ve bunu farkettiğime sevindim ama bu direktife oralı olmayan takım gizli anlaşmanın esiri halindeydi.


Doğa'nın gereksiz faulü ona bir sarı kart, rakibe duran top yani yoktan bir pozisyon ve bir gol getirdi. Rakip zaten gol atacak bir aksiyona girmezken efendiliğiyle tanınıp onu inkar eden, hakeme ikide bir haklı haksız laf eden, çaresiz Rıza Çalımbay'a ve takımına gol fırsatı hediye ediyorsun. Olacak iş değil.

Golden hemen sonra Guido yerine Uğur girdi. Niye böyle bir değişiklik oldu? Anlamsızdı bence.

Son dakikalarda geriye çekildik ve İrfan'ın yerine Çağrı girdi. Bir nevi beraberlik istediğimiz doğrulanmış oldu ama Berat beraberliği istemedi. Mersin'in kendi yarı sahasında hiç adam bırakmaması sonucu gelişen pozisyonu başından sonuna kadar, bahis oynadığı atın gelmesini bekleyen adam gibi izledim. Berat topu önüne aldı ve hızını koruyarak kaleye yaklaştı... yaklaştı. hafif çaprazdaydı ve arkasından gelen rakiplerini hissediyordu. Berat kalecinin üzerine doğru gelirken, doğru bir anda ve doğru pozisyon alıp topa vurdu. Nihat topu çıkardı. Büyük bir hayal kırıklığıyla yerime oturdum.

Maçı kazanacaktık hem de Berat'ın 2 golüyle. "Acaba kalecinin üzerinden aşıramaz mıydı? Topun dibine giremez miydi?" gibi düşünceler içimi kemiriyordu. Tekrar gösterimlerde, kulübenin görüntülerini seyrederken pozisyon esnasında çok tutkulu görünen İrfan gözüme çarptı. Maç bittikten sonra kamera Berat'a odaklandı. "Hadi be, tüh..." şeklinde tepkiler veriyordu. Aslında gurur duymalı. Kırmızı siyah bu ve hep böyle olmalı. Çocuksu tutkuları ve derin hisleri olan genç bir takım.